Yazmaktan nefret ediyorum. Tüm yazı ekonomim aslında yazmanın gerçek eylemini önlemek için saplantısal bir ritüele dayanıyor. Düşünmek de öyle. Yazmak bir nevi yetersizliği ispatlamak gibi. Sürekli bir üretkenlik ihtiyacının getirmiş olduğu, ne kadar az bildiğinin ve bilebileceğinin korkusu. Üretmek ve erdemli bir insan olmaya dair üstüne yapışan sorumluluk bilinci. Öğrenecek çok şey olduğu için boşa harcadığın vakitten duyduğun vicdan azabı ve anksiyete. İnsanlardan tiksinme.

Eskiden zeki ve bilinçli olmak insanı bilge yapardı. Çünkü hayat şimdiki kadar çarpık değildi. Çünkü insanlar bilgiye bu kadar hızlı ve kolaydan ulaşmıyordu. Şimdiki gibi temelsiz ve parça parça bilgisiyle insanların her konuda fikri yoktu. İnsan ya biliyordu ya da bilmiyordu. 

Ve böylelikle racon bozuldu. Racon derken eli tespihli semt abisini, Memati'yi, Çakır'ı kastetmiyorum. Racon: kimsenin kimseye öğretmesine gerek dahi duyulmayan kurallar bütünüdür. 

Racon önemini kaybedince bilmemek de normalleşiyor. Bu sosyolojik olarak da, bireysel olarak da böyledir. Toplum bireylerden oluşur, toplumun ahlakı, fikir ve düşünceleri ise bireylerin ortak keyfi yargılarına göre şekillenir. Bilmeyen ve bilmediğinin farkında olmayan toplumun ahlak anlayışı da bilmemeyi normalleştirir. Bu normalleşme süreci bir devrim gibi aniden değil, evrim gibi yavaş yavaş olur. 

Yeni bir sayfa açıp yeni bir bölüme başlasam daha iyi olur diye düşünmüştüm. Bunun amacı, bu kısır döngüden kurtulmanın bir yolunu bulmaktı.

Her şeyden önce farkına varılması gereken şey, erişilmesi zor davranış ölçülerine karşı bağlılık sakıncasıdır. İnsan ırkının yakasını bırakmayan tek günahıdır bu. 

Yaşamın kendiliğinden kaynaklandığını biliyoruz. İnsan bedeninin, yaşamın kendiliğinden var olmaya başladığını da biliyoruz. Bizim bu kutuplaşmış merkezlerimizde, insanın benliği günbegün yeni arzulara, yeni amaçlara açılır. Ve bu değişen yaratıcı merkezlerden, bizleri kendi nesnemizle bağdaştıran yaşamsal akımlar oluşur. İlk olarak bizim gerçekten de hiçbir öz istemimiz, seçimimiz yoktur. Bizim kendi doğamıza göre günbegün bizleri açığa vuran, içimizde etkiyen bizim kendi benliğimizdir. 

İlk bilinçlilik merkezinde kendilerini kuran ve oluşturan öznel ve nesnel olandan ilk varlığımızı, çocukluğumuzu, ilk aklımızı ve çocuk aklımızı buluruz. Nesnel olandan, ben ile dış bir nesne arasında kurulan şu etkenleri demek istiyorum; anne, baba, kız kardeş, kedi, köpek, kuş veya hatta ağaç, bitki veya daha da öte, belirli bir yer, belirli bir kişisel nesne veya bir bıçak. Çünkü yaşamlarımıza etkisel olarak giren her nesnenin dolaysız yoldan böyle yaptığını kabullenmek zorundayız. Eğer annemi seviyorsam, karşılıklı bir doğrudan yaşamsal değişim ve ilişki akışı oluşur aramızda. Buna bir kuvvetin yaşamsal akışı demeyeceğim, çünkü kişinin benliğine veya benliğin akıl almaz yönlendirmelerine ve denetimine bağlıdır bu. 

Yalnızca belirli bir evrensel öz istem veya yasayla yönlendirilen şey kuvvettir. Yaşam her zaman bireyseldir ve bu nedenle de bir yasayla, bir tanrı'yla asla denetimlenemez. Dolayısıyla, aslında canlı evreni, bilmeden bile yönettiğinden, fiziksel kuvvetler için bile hiçbir evrensel yasa yoktur. 

Çünkü yüreğinin atışında, solunumunda, güneşin bile insanların ve hayvanların atan yüreklerine, bireysel yaratıklardaki isteğe bağlı olması gerekir.

Kaç tane veya ne tür olduklarını bilmediğimiz dünyaların, yaşayan bireylerinin toplu yürek atışına kararlı bir biçimde dayanır güneş?

Belki de bunların hiçbirinin önemi yok. En iyisi anlam aramamak.