Ütopya Nedir?

  

Köken itibariyle Yunanca ou ‘yok/olmayan’, eu ‘mükemmel olan’ ve topos ‘toprak/ülke/yer’ anlamlarındaki sözcüklerden türetilen ουτοπία (outopía), ‘aslında olmayan tasarlanmış ülke ya da yer, ideal toplum’ anlamını taşımaktadır. Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmış sözlükte ise ütopya; ‘gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce’ anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. ‘Thomas More’un Ütopya adlı eseri sayesinde bu isim yaygınlık kazanmıştır.

  

İnsanlık var olalı beri olmasını istediği düzenin hayalini kurmuştur. Zihin ürünü olan ve gerçekleşmesi istenen fakat bunun imkânsız olarak görüldüğü tasarılar düşünen insanoğlu, daha iyi bir yaşam arzusuyla ideal toplumun tasvirini yaptıkları ütopya adı verilen eserler ortaya koymuşlardır.

‘‘Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.’’

-Charles Baudelaire



Ütopyaları Meydana Getiren Şartlar

   

Ütopyalar, toplumların tarihi, dini, kültürel ve siyasi hareketliliklerinden etkilenerek ortaya çıkan fikirler bütünüdür. Doğu’nun ütopyası kendi içinde olup insan-i kâmile ulaşmak yani kendi içine dönmek iken Batı’da ütopyalar dışarda aranmakta yani insanlar kendilerini dışarda var etmektedirler. Ütopyalar meydan okumaktır. Kimi düşünürlere göre, Tanrı’ya, kimilerine göre mevcut düzene, kimilerine göre ise insanın kendine meydan okumasıdır. Bu meydan okumaların sonunda, örneğin; sosyalist ütopyalar, Tanrı-insan ya da yüce insan modeliyle hümanist ütopyaları ve insan-ı kâmil ile dini ütopyalar veya yeni cennet ütopyaları ortaya çıkmaktadır. Ütopyaların ana kaynağı mitolojidir. Ütopya olmadığı halde ütopyayı besleyen temalar olarak; Altın Çağ teması, Cocagne Ülkesi teması, ekolojik tema ya da Acardia, binyılcılık ya da Milenyum temaları öne çıkmaktadır. Bu örneklerin yanı sıra; Alice Harikalar Diyarında, Gulliver’in Gezileri, Robinson Crusoe gibi örnekler vermek de mümkündür.




Ütopik Metinlerin Genel Özellikleri


Ütopyalarda:

1)     Refahın ve özgürlüğün mutluluk getireceğine inanılır.

2)     Yönetilenleri, yönetenleri eleştirme hakkına sahip değillerdir.

3)     İnsanlar, kendi çıkarları için belirlenen kuralları aşmazlar.

4)     Fertler yerine toplum gözetilir ve toplumun psikolojik tahliline bakılır.

5)     İnsanların belirli davranış kalıpları, görevleri vardır ve herkes mutludur.

6)     Her şey planlanmıştır, plandan çıkmak insanlık suçudur.

7)     Kadın-erkek sayıları ve statüleri eşittir. Aile reisi erkektir.

8)     Savaş yoktur ama her ihtimale karşı donanma vardır.

9)     Yönetimde duygulardan ziyade akıl ve mantık ön plandadır.

10)  Yönetimde, yönetici sınıfın isteklerine göre hareket edilir.

11)  İnsanlar arasında birlik ve berberlik vardır.

12)  Fertlerin mal varlığı ya da mülkiyeti yoktur, toplum için çalışıp ortaya çıkardıkları ürünü paylaşırlar ve yemekler ortak bir alanda yenilir.

13)  Eğitim vazgeçilmezdir.

14)  Bilim insanlarının özel bir yeri vardır ve ömür boyu eğitim almak zorundadırlar.

15)  Çok çalışma değil verimli çalışmak önemlidir.

16)  Çaresiz hastalığa yakalananlar ötenaziye teşvik edilir.

17)  Herkes istediğini yapmada özgür gibi görünür fakat her şey planlı ve devlet yönetimine tabi olduğu için bu sözde özgürlüktür.

18)  Ütopik şiirlerde ise ferdiyetçi bir tutum göze çarpar.





Dünya Edebiyatından Birkaç Ütopik Eser


Platon: Devlet

Platon’un Devletinde insanlar üç gruba ayrılırlar: çalışanlar, yani çiftçiler ve zanaatkarlar; bekçiler, yani askerler ve yöneticiler, yani bilginler özellikle de filozoflar. Çalışanlar yahut işçi sınıfı üretimle devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler, toplum güvenliğini ve devletin dış politikada varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir. Erdemli olmak üzerine kurulmuş bu devlette işçi sınıfı kanaatkâr olma, bekçi sınıfı cesaretli olma, yönetici sınıfı ise bilge olma erdemlerine sahip olmalıdır.



Farabi: El-Medinet'ül Fazıl

Platon’un devlet anlayışının Doğu felsefesindeki temsilcisi olan Farabi, eserinde Platon gibi erdemli toplumu işler. Bir toplumun erdemli olmasını sağlayacak kişinin o toplumu yöneten kişi olduğunu düşünen Farabi, eserinde yönetici özelliklerini anlatmıştır. Yöneticiler, sıradan insanlar değil bilginler ve filozof olmalıdır. Zenginlik ve zorbalıkla toplum yönetilemez, Farabi’nin ütopyasında yöneticin temel görevi halka mutluluk vermektir. Adalet mekanizmasının güçlü olması birincil faktördür.


Thomas More: Ütopya

Bu düzende, insanlar 6 saat çalışırlar. Kalan zamanlarda bilim ve sanat adına çalışmalar yapılır. Para kullanılmaz ve özel mülkiyet yoktur. Herkes devlet için üretip üretilenlerden ihtiyacı kadar alır. Yöneticiler çok sıkı bir eğitime tabi tutulur.



Thomas Campanella: Güneş Ülkesi

Güneş Ülkesi'nde her şey ortaktır. Aile yoktur, eş seçimi yönetimce yapılır. Halk dört saat çalışır ve kalan zamanda sanat, eğlence gibi zevk veren işlere ayrılır. Ülke, bir rahip tarafından adilce yönetilir, onun yetkisi mutlaktır. "Güç", "Akıl", "Sevgi" adlarında üç yardımcısı bulunur.



Francis Bacon: Yeni Atlantis

Bir bilgi devleti olarak tasarlanmış olan devlet, "Ben Salen" adlı bir adada sağlam bir ahlâk anlayışı ile özel bir örgüt tarafından halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlanır ve yürütür.





Türk Edebiyatında Ütopya


Ütopya kavramı, edebiyatımızda 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yani Tanzimat devri edebiyatıyla birlikte görülmeye başlanmış olup 20. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. 1980 yılından sonra ise büyük bir ivme kazanmıştır. Bu eserler, daha çok siyasi fikirler ve hayallerle dikkat çekmektedir.

  

Ütopik anlamda ilk eser 1889 yılına ait ‘Ziya Paşa’nın Rüya’ adlı eseridir. Tam anlamıyla ütopik olmasa da meclis açma gibi farklı bir fikri tasavvur ettiği için ilk örnek olarak kabul edilir. Bir diğer ‘Rüya’ ise 1872’de ‘Namık Kemal’ tarafından kaleme alınır. Burada ise hürriyet kavramı işlenmekte olup zengin şehirlerin ve iyi işleyen bir adalet sisteminin, özgürlüğün sağlandığı bir ortamın ütopyası kurulur. 1895 yıllarında ütopik arayış ve fanteziler içeren eserler kapsamında yayımlanan devrin hükümdarı II. Abdülhamid Han’ın yargılanışını bir rüya atmosferinde işleyen ‘Mahkeme-i Kübra’ ile Servet-i Fünûncular’ın Yeni Zelanda’ya gitme fikirlerini konu alan 1899 tarihli ‘Yeşil Yurd’u öne çıkmaktadır. Aynı yıl, ‘Hayal-i Muhayyel’inde Hüseyin Cahit Yalçın, ıssız bir adaya yerleşmeyi hayal eden birkaç aileyle kendi ütopyasını oluşturmuştur. Bu ütopyada, zorluklar yoktur; bütün işler külfetsizce hallolur. Öte yandan Tevfik Fikret’in ‘Ömr-i Muhayyel’i de bu bağlamda dikkat çekmektedir. Bir şair olan Ahmet Hâşim’in 1909 tarihli ‘O Belde’ adlı şiiri ütopik özellikler taşımaktadır. İkinci Meşrutiyet dönemine gelindiğinde; 1913-15 yılları arasında art arda gelen savaşlar ve beraberinde önemli toprak kayıplarının yaşanmasıyla birlikte ülkenin geleceğiyle ilgili endişeler yoğunlaşıp bir çözüm üretme amacıyla Türk edebiyatında o döneme dek görülmemiş, daha sonra da görülmeyecek kadar çok sayıda ütopya yazılmıştır.

   

20. yüzyılda sayısı artan ütopyalarda siyasi fikirler işlenmiş ve yazarlar eserlerinde adeta siyasi fikirlerinin propagandasını yapmışlardır. 1912 yılında Halide Edip Adıvar tarafından yazılan ‘Yeni Turan’ adlı eserde devletin geleceği için milliyetçi bir yol izlenmesi gerektiği savunulur. Ziya Gökalp tarafından 1913 yılında Türkçü-Turancı fikirlerin işlendiği ‘Kızıl Elma’ şiiri ile Ömer Seyfettin’in 1914 yılında Mehdi beklentisi ile yazdığı ve bazı ütopik izler taşıyan ‘Mehdî’ ve 1917’de kaleme alınan ‘Kızıl Elma Neresi’ hikâyeleri yayımlanır. Bütün bu eserler, ülkenin kurtuluş yollarını sağlayacak siyasi bir geleceğin projeleridir.

 

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, bu tarz eseler 1930’larda işlenmeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilan edilip pek çok inkılâbın yapıldığı ve yeni bir ülkenin kurulduğu bir dönemde gelecek hayallerini etkilenerek Milli edebiyat döneminde olduğu gibi eserlerde, dönemin siyasal koşulları ön plana çıkar. 1930’da yazılan Ahmet Ağaoğlu’nun ‘Serbest İnsanlar Ülkesinde’ adlı eserinde milliyetçilik, aydınlar, Batıcılık, Atatürkçülük gibi noktalar üstü örtülü verilerek Cumhuriyet ideolojisini yansıtan bir kitap ortaya konur. 1933 yılında Raif Necdet Kestelli’nin ‘Semavi İhtiras’ı da buna örnektir. Yine aynı şekilde Cumhuriyet ütopyasının işlendiği 1934’te yayımlanan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Ankara’ adlı romanı üç dönemden oluşur ve eserde Yakup Kadri, 1937 ve 1943 yıllarını yani Cumhuriyet’in ilanının 14. ve 20. yıllarının başkenti olan Ankara’yı anlatır. Yeni kurulan Cumhuriyet’in başkenti ve Millî Mücadele’nin merkezi Ankara bir sembol olarak karşımıza çıkar; Ankara’nın özelinde Türkiye Cumhuriyeti anlatılır. Memduh Şevket Esendal, 1940 yılında kaleme aldığı ‘Yurda Dönüş’ adlı hikâyesinde toprağa ve kültüre bağlı yaşam şeklini idealleştirilmiş bir şekilde ortaya koyar. Türk edebiyatında çok uzak bir gelecekte geçen ya da tüm insanlığı kapsayan ütopyalar mevcut değildir. Çünkü bu dönemde yazılmış eserlerde tasavvur edilen ideal toplum, Batı toplumlarının o dönemki halidir.

 

Çetin Altan, 2027 Yılının Anıları; Gülten Dayıoğlu, Işın Çağı Çocukları; Cüneyt Arcayürek, Ku-de-ta; Hilmi Yavuz, Taormina; İlhan Mimaroğlu, Yokistan Tasarısı; Buket Uzuner, İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları Sevgilileri ve Diğerleri \ Balık İzlerinin Sesi \ Kumral Ada ~ Mavi Tuna; Reşat Karakuyu, Ütopya Mistik Masal Dünyası; Alev Alatlı, Schrödinger’in Kedisi-Kâbus \ Schrödinger’in Kedisi-Rüya; Cem Akas, Olgunluk Çağı Üçlemesi; Armağan Ethemoğlu, Son Masal; Latife Tekin, Unutma Bahçesi; Mehmet Açar, Siyah Hatıralar Denizi; Ahmet Ağaoğlu, Serbest İnsanlar Ülkesinde; Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Gönül Hanım; Halide Edip Adıvar, Yeni Turan; Peyami Safa, Yanlızız; Mizancı Murat, Turfanda mı Yoksa Turfa mı?; Müfide Ferit Tek, Aydemir; Ayşe Şasa, Şebek; Zülfü Livaneli, Son Ada; Müfit Özdeş, Son Tiryaki; Tahir Abacı, Adı Senfoni Kalsın; DR., Uykusuzlar \ Yedi Uyuyanlar; Zühdü Bayar, Sahte Uygarlık; Sabri Gürses, Boşvermişler; Burak Özdemir, Yıl 2 Bin Yüz 2;Gülayşe Koçak, Topaç; Oya Baydar, Çöplüğün Generali.


Genel bakışla incelediğimiz Türk edebiyatında ütopya kavramına Servet-i Fünûn özelinde ve Tevfik Fikret’in hayatı, kişiliği, şiirleri ve dönemden hareketle bakalım.





Servet-i Fünûn’da Ütopya Arzusu (İstibdat karşısında ‘Yeşil Yurd’ arayışı)


Servet-i Fünûn edebiyatı dönemi, devrin hükümdarı olan II. Abdülhamid’in baskıcı bir politika izlediği döneme tekabül eder. O dönem Osmanlı toplumu Batı’nın tabiriyle ‘hasta adam’dır ve bu hastalık hali yöneticiden tebaaya kadar her bir zerreye suret etmiştir. Bu devrede imparatorluk çöküşe geçer ve yıkılmaya yüz tutar. Bu olanların yanı sıra Abdülhamid’in izlediği politika da dönemi adeta bir kabusa çevirerek ülkeyi korkutucu bir rejim sürecine sürüklemiştir. Felaketleri ruhunda acıyla hissedip de dile dökme işine gelince serbest bir şekilde ifade edememek, işi söz söylemek olan edebiyatçıları ferdiyetçiliğe sürüklemektedir. Toplumsal ve siyasal koşulların neden olduğu bezginlik, sorunların rahatça konuşulamaması; Servet-i Fünûncuların eserlerinde karamsarlık ve içe kapanıklık şeklinde kendini gösterir. O yılların atmosferini dönemin edebiyatçıları ile yakın ilişkiler içinde olan ‘Hüseyin Kazım Kadri’ şu şekilde aktarır:

 “Vatanın afak-ı siyasiyesi karardıkça bizim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli fırtınalar esiyordu. Her şeyden nevmid idik. Abdülhamid de günden güne mezalimini arttırıyordu. Fakat biz teşebbüslerimizi o nisbette tezyid edemiyorduk. Memlekette bir ihtilaf hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu. Zahiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah kapmak amelinde idiler. Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları kapanmış ve bu elim vaziyette yaşamak imkânı kalmamıştı. (…) Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!” (Aktaran, Rahim Tarım, “Servet-i Fünun Topluluğunun ‘Yeşil Yurt’ Özlemi”, Kitap-lık, sayı 93, 2006)


Servet-i Fünûnculardaki bu içe kapanıklıkla gerçeklikten kaçış, aşırı duyarlı olma hali, hayal-hakikatin sürekli çatışması durumu ve her zaman hakikatin ağır basmasından duyulan üzüntü ile toplumdan kaçma arzusu, eserlerde sıkça dile getirilir. Devir edebiyatçılarında, sürekli bir kaçma temi vardır. Bu durumların sonucu olarak ise ortaya ‘Yeşil Yurd’ adını verdikleri bir projeyi ortaya atarlar. Bu projenin mimarları; Hüseyin Kazım Kadri 19, Hüseyin Cahit 23, Mehmed Rauf 24, Tevfik Fikret 31 yaşlarında olan dört gençtir. Bu gençleri bir araya getiren sebep ise, siyasal koşullardan çokça şikâyet eden Tevfik Fikret’in yukarıda yazılmış olduğu gibi teklif ettiği göç önerisidir. Bir gün Hüseyin Cahit ile Tevfik Fikret, göz doktoru Esad Paşa’yı ziyarete giderler. Paşanın evi, Abdülhamid karşıtlarının rahatça şikayetlerini dile getirip özgür bir şekilde yönetimi eleştirdikleri bir tartışma ortamıdır. Sohbet sırasında her zaman olduğu gibi konu ‘istibdat’ politikasından açılır. Baskıdan kurtulmak için çare olarak topluca İstanbul’dan göç etmeye karar verilir ama henüz nereye ve nasıl gidileceğiyle ilgili bir fikirleri yoktur. Gidilebilecek yerler konusunda bilgi toplama görevi Tevfik Fikret tarafından Mehmed Rauf’a verilir. Tarabya Sahil Komutanlığı’nda deniz yüzbaşısı olan Mehmed Rauf’un İngiliz deniz subaylarıyla yakın ilişkisi vardır ve Mehmed Rauf, Tevfik Fikret’in isteği üzerine İngiliz denizcilerle yaptığı görüşmeler yapar, bu görüşmelerin sonucunda İngiltere’den birçok insanın Yeni Zelanda’ya göç ettiğini ve bu adanın yeni bir hayat kurmak için çok elverişli olduğunu öğrenir. Mehmed Rauf, Yeni Zelanda’yla ilgili derlediği bilgi ve broşürleri bir toplantıda arkadaşlarına aktarır ve Yeni Zelanda’nın göç için uygun bir yer olduğuna karar verilir. Buraya herkes ailesiyle gidecek ve bir sosyalist topluluk halinde yaşayacaktır. Aralarında mülkiyet ilişkisi değil, kardeşlik ilişkisi olacaktır. Bu ütopya fikrine en çok Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit kapılır. Önce Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım Kadri Yeni Zelanda’ya bir keşif ziyareti yapacaktır. Bir diğer önemli mesele, bu projenin gerçekleşmesi için gereken sermayeyi bulmaktır. Esat Paşa, Ankara’daki çiftliğini satarak bu projenin parasal ihtiyacını karşılamayı taahhüt eder. Lakin Esat Paşa, çiftliğini satmak üzere gittiği Ankara’dan eli boş döner. Çiftlik için bir müşteri bulamaz. Böylece, Yeni Zelanda’da bir Osmanlı aydınları topluluğunun kuracağı ütopya vaadinden umut kesilir. Yeni Zelanda projesinin gerçekleşmemesi üzerine, Servet-i Fünuncular başka arayışlara yönelir ve bu sefer de Hüseyin Kazım Kadri’nin Manisa’daki köy arazisine yerleşme fikri ortaya atılır. Yeni Zelanda’da kurmayı tasarladıkları bir komün olarak yaşama düşüncesini Manisa’nın bir köyünde hayata geçirmeye girişirler. Bu proje daha gerçekçi geldiğinden Tevfik Fikret daha çok heveslenir. Orada yaşayacakları köşkün planını bile çizer… Yine keşif gezisi yapılır, olumlu bir izlenimle İstanbul’a dönülür; bu sefer de topluluğun içinde anlaşmazlık çıkarak projeleri gerçekleşmez.

Bir fikir olarak ortaya konulduğunda herkese cazip gelen bu göç, ilk engelde vazgeçişle sonuçlanıp ne yazık ki nihayete eremez ve Osmanlı aydınları düşledikleri ütopyaya ulaşamazlar.

  

Edebiyât-ı Cedîde mensuplarını bir araya getiren diğer bir sebep ise; şair ve yazarların, orta sınıf esnaf ve memur çocukları olmaları, disiplinli, programlı ve yabancı dil öğreten okullarda okumaları gibi benzer sosyal ve kültürel çevrelerde yetişmiş bulunmalarıdır. Bu sebeplerle birçoğunun psikolojik olarak içe kapanık, duygusal şahsiyetler oldukları bilinir. Bunlardan bazıları hâtıralarında, serbest bir siyasî ortamda daha farklı eserler meydana getirebileceklerini ifade etmişlerdir. Dönemin yazarları, kahramanlarını romantik, gerçek hayatı tanımayan, hislerine mağlûp insanlardan seçmişlerdir. Böylece hayatın gerçekleri karşısında hayal kırıklığına uğrayan insanların romanları doğmuştur. Bu romanlarda realist-natüralist akımın bir getirisi olarak çevre-insan ilişkileri, genetik miras problemleri başarıyla işlenmiştir. Edebiyât-ı Cedîdeciler’in gerçeklerden kaçıp hayale sığınmaları eserlerinde olduğu kadar hayatlarında da ortaya çıkar. İstibdat politikasının verdiği sıkıntıyla Robenson yaşayışına özenip toplumdan uzaklaşmayı düşünürler. İlk olarak Yeni Zelanda’ya, daha sonra Manisa’da bir çiftliğe çekilmeyi hayal ederler. Ne yazık ki hiçbirinin bu hayali gerçekleşmez ve gerçekleşmeyen bu arzuları neticesinde eserlerinde küçük ütopik tahayyüller yer alır. O döneme ait birçok şiirin ve romanın adları, hayal-hakikat tezadını veya hayata karşı yaşadıkları kırıklığı ifade eden kelimelerden oluşmaktadır: Hayal İçinde, Hayât-ı Muhayyel, Hayât-ı Hakîkiyye Sahneleri, Mâi ve Siyah, Kırık Hayatlar, Ömr-i Muhayyel, Rübâb-ı Şikeste gibi. Duygusal olarak içe kapanık, melankolik ve marazî tavırlarına karşılık romanda; realist, şiirde; parnasyen akımlara bağlı olmaları hasebiyle tasvir ve tahlillerde gerçekçi bir tutum sergilerler. Fotoğrafın yaygınlaştığı bu yıllarda -Servet-i Fünûn, Ma‘lûmât gibi pek çok dergi bol ve güzel fotoğraflarla doludur- edebiyatta tabiat ve çevre tasvirlerinin gerçekçi bir şekilde ifade edilmesini, fotoğrafın moda oluşuna bağlayabiliriz. Ayrıca dikkate değer bir diğer nokta ise; yazarların resme ilgileri bulunmaktadır hatta Tevfik Fikret’in ressamlığı da vardır.




Tevfik Fikret (1867-1915)


 Asıl adı Mehmet Tevfik olan şairimiz, 24 Aralık 1867’de İstanbul-Aksaray’da doğar. Hâriciye Kalemi’nde memurluk ve çeşitli vilâyetlerde mutasarrıflık yapan Çankırılı Hüseyin Efendi ve Sakız adası Rumları’ndan mühtedi Hüsrev Bey’in kızı Hatice Refîa Hanımların oğlu olan Fikret, öğrenim hayatına Aksaray’da Mahmudiye Valide Rüşdiyesi’nde başlayıp daha sonra Mekteb-i Sultanî’de devam etmiştir. Bu mektep, onun kişiliğine büyük tesir eder. Çocukluğundan beri içe kapanık ve uzlete meftun biridir. Yalnız ve tabiatla baş başa olmayı seven bir çocuktur. Evde daima bir odası bulunur ve kendine has eşyalarında odasında toplayıp kendine bir uzlet mevkiini daha o yaşlarda inşa eder. Küçüklükten beri şekil onun için önemlidir ve Galatasaray’da iken önemli hocalardan resim dersi almış ve onların taktirini kazanmıştır. 1879 yılında Tevfik henüz 12 yaşındayken Hacca giden annesi koleradan Hicaz’da ölür ve Tevfik Fikret gençlik yıllarını büyükannesinin ve yengesinin yanında geçirir. Sonraları yengesinin kızıyla evlenerek iç güveysi olur, Tevfik Fikret’te haysiyet ön plandadır ve eşine sadık biridir. Bu evlilikten Haluk dünyaya gelir. Ailecek Haluk için çok umutlar beslenir. Ancak o, din değiştirir; Tevfik için bunun bir önemi olmasa da Haluk’un dedesi için hayal kırıklığıdır. Öğrencilik yıllarında disiplinli oluşu, çalışkanlığı ve kişiliğiyle hocalarının dikkatini çekip mektep arkadaşlarının da sevgisini kazanmıştır. Galatasaray’da dönemin tanınmış Muallim Feyzi, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Muallim Nâci gibi zıt fikirli hocalarından dersler almıştır. Edebiyata ve özellikle şiire karşı yeteneği bu yıllarda ortaya çıkan Tevfik, hocalarının teşvikiyle yazdığı eski tarzdaki ilk şiirleri 1884-1885 yıllarında Muallim Feyzi vasıtasıyla Tercümân-ı Hakîkat’ta yayımlamıştır.

  

1888’de Mekteb-i Sultânî’yi birincilikle bitirdikten sonra kısa süreli bazı memurluklar yapmıştır fakat bu işlerden hep istifa edip çekilmiştir.1909-10 yıllarında Mekteb-i Sultânî’de, Dârülfünun ve Dârülmuallim’de edebiyat okuturken aynı yıllarda Mekteb-i Sultânî’de müdür idi, 1899’dan ölümüne kadar ise Robert Koleji’nde Türkçe derslerini okutmuştur. Ömrü boyunca şairlik ve öğretmenlik yaptı.

  

1896’da Servet-i Fünun’un başına getirilen şair, dergi kapanmadan arkadaşları ile bozuşarak Aşiyan’ında inzivaya çekildi. Bu yalnızlığa güvenerek istibdada karşı çok ağır şiirler yazdı. Şiirleri elden ele dolaşmasına rağmen baskı işleriyle uğraşmadı, ancak Meşrutiyet’ten sonra basılabilmiştir. Meşrutiyet sonrası Tevfik Fikret için onarıcı bir dönem olmuştur, Hüseyin Cahid’in teklifiyle gazeteciliğe başlayıp Tanin’i çıkardı ama bundan da sıkılarak yalnızlığına çekildi. Bu sefer de İttihat ve Terakki’cilerle uğraşmaya başlayarak sert hicivler kaleme aldı.

   

Galatasaray Lisesi’ndeki müdürlüğünden de hasta ve kırgın olması nedeniyle ayrıldı.   Ömrünün son zamanlarında siyasi olarak I. Dünya Savaşı, Trablusgarb ve Balkan Savaşları’nın yıkımları yüzünden gelecekten iyice ümidi kesilen Tevfik Fikret, artık sadece çocukları için şiirler kaleme almıştır. Hece vezni ve sade bir Türkçe ile kaleme alınan bu şiirleri ‘Şermin’ adlı kitapta toplamıştır.

   

19 Ağustos 1915’te maddi ve manevi yorgunluklarıyla harap olarak ‘Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir.’ der ve bütün Türk gençliğine olan güveniyle bu dünyadan çekilir.

   

Kişilik olarak Tevfik Fikret, Türk edebiyatının en tartışılan ismidir. Kimileri onu dinsiz görürken kimileri için peygamberdir. Onun hakkında acayip bir tezatlar silsilesi mevcuttur. Fikret, hayat boyu çeşitli merhalelerden geçmiştir. İlk yıllarında İslamcı iken sona doğru bundan vazgeçmiştir. İlk yıllarında II. Abdülhamid için övgüler yazarken sonraları onu suikast etmek isteyen bir Ermeni teröriste övgüler sıralar. İlk zamanlar ‘iyimser’ bir ruh halinde iken sonraları ‘kötümser, sıkılgan, saldırgan ve kaçış’ hallerinden kurtulamaz. O bir yandan da çok şekilci bir insandır, kim bilir belki de resim yönünün kuvvetli oluşu bu şekilcilikten kaynaklıdır. Kretschmer onun bu halet-i ruhiyesini beden yapısıyla ilgili görür. Tevfik Fikret, atletik bir bedene sahiptir. Bu beden yapısına sahip insanlarda haddinden fazla hassaslık, titizlik, kitap ve doğa sevgisi, ciddiyet, mahcupluk ve ürkeklik yani kısaca aşırı duyarlılık ve içine kapanma hali baş göstermektedir. Aynı zamanda şeker ve romatizma hastalığına sahip olan Fikret’te, bu hastalığa sahip insanlarda görülen bezginlik ve cesaretsizlik de görülür. Gençken verem hastalığına yakalana Tevfik, bütün bu hastalıkların ve dış görünüşünün tesiri altında bir ömür sürer. Fikret’in bu hallerinin dönem ile de çok yakından ilgisi vardır. Yalnızca Fikret’te değil dönem edebiyatçılarının hepsinde aynı özellikler görülmektedir. Daha önce de yazdığımız gibi, o dönem edebiyatçıları, II. Abdülhamid’in baskıcı politikası karşısında yılmışlar ve içine kapanmışlardı. Annesinin ölümü, babasının II. Abdülhamid tarafından sürgüne gönderilmesi karakteri üzerinde sarsıcı izler bırakmıştır. O, döneminin fikri, irfanı, vicdanı hür şairi olmak istemiştir ve bunun için her türlü kayıt ve şartı hiçe saymıştır. Din, tarih ve vatan gibi konularda hassasiyet göstermeksizin ağzına gelen en aşırı sözleri bile sarf etmekten çekinmemiştir.

Bütün hususlar çerçevesinde onun eserlerini ve eserlerindeki kaçma arzusunu, hayallerini, fantezilerini ya da ütopyalarını inceleyelim:

 

YEŞİL YURT

Bahâra benzetilir bir yeşil sa'âdettir

Gülümseyen ovanın vech-i pür-gubârında;

Köyün, uyur gibi, müstağrak-ı sükûnettir

Bütün hayâtı ufak bir çayın kenârında.

Uzak yakın bütün âfâka neşreder safvet

Tabî'atın o samîmi tevekkül-i sâfı;

Şu yanda bir meşe -dalgın, vakur, pür-şefkat

Kucaklıyor gibidir kollarıyla etrâfı.

Bu köyde her gece birkaç dakika meksederim

Olup hayâlime peyrev seyâhat eylerken

Dühûr-ı muzlimenin sîne-i melâlinde;

Ve bir dakikacık olsun sükût edip giderim

Yavaş yavaş duyarım, bir inilti halinde,

Kaval sadâları târ-ı alîl-i şi'rimden

 

Dönemin tüm sıkıntılarından kaçıp kurtulmak isteyen şair, kendisini kimsenin bulamayacağı bir yurda gitmeyi ister ve bunu anlatır şiirinde. Yeşil Yurt aslında bir projedir. Hüseyin Kazım Kadri, Hüseyin Cahit, Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret’in projesidir. Onlar, dönemlerinin kasvetli havasından sıkılıp Yeni Zelenda’da kendilerine yepyeni bir hayat kurmayı hedeflerler bu projelerinde. Fakat bu ideal bir türlü gerçekleşemez ve Tevfik Fikret, bu şiiri kaleme alır. O, kaçarken saadeti tabiatın huzurlu kollarında bulur. Yeşil saadet olguyla uzanır ütopyasına.

 

 

ÖMR-İ MUHAYYEL

Bir ömr-i muhayyel... Hani gül-bünler içinde

Bir kuşcağızın ömr-i baharîsi kadar hoş;

Bir ömr-i muhayyel... Hani göllerde, yeşil, boş

Göllerde, o sâfıyyet-i vecd-âver içinde

Bir dalgacığın ömrü kadar za'il ü muğfel

Bir ömr-i muhayyel!

Yalnız ikimiz, bir de o: ma'bûde-i şi'rim;

Yalnız ikimiz, bir de onun zıll-ı cenâhı;

Hakilere bahşeyleyerek hâk-i siyâhı

Dûşunda beyaz bir bulutun göklere azim.

Her sahn-ı hakikatten uzak, herkese meçhûl;

Bir safvet-i ma'sûmenin ağûş-i terinde,

Bir leyle-i aşkın müte'ennî seherinde

Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile meşgûl.

Savtmdaki eş'ar-ı pür-aheng ile mâlî,

Şi'rimdeki elhân-ı muhabbetle nağam-saz,

Ah istiyorum, -göklere âmâde-i pervâz

Bir lâne-i âvârede bir ömr-i hayâli...

Bir ömr-i hayâli... Hani gül-bünler içinde

Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsi kadar hoş;

Bir ömr-i hayâli...Hani göllerde yeşil, boş

Göllerde, o sâfıyyet-i vecd-âver içinde

Bir dalgacığın ömrü kadar zâ'il ü hâli

Bir ömr-i hayalî!


Tabiatla sonsuza kadar baş başa olmayı isteyen bir şair olan Tevfik Fikret, şiirinde bunu tamamen gözler önüne serer ve bunu yaparken kuş ve su gibi kelimeleri birlikte kullanarak böylesi bir yaşamın saflığına, özgürlüğüne dair çağrışımlarda ya da Fikret’e yakışır şekilde propagandada bulunur. Daima başka yerlerde olmayı dileyen şair, iyice belirlediği bu hayali yere bu sefer de sevdiği kadını alarak göğe varmak ister. Her şeyden vazgeçiş hali ortaya çıkmaktadır. Bu hal ise, klasik ütopyalarda ortadan kalkan mülkiyet kavramı ile doğrudan ilişkilendirilebilir. Bu sefer o, huzura göğe çıkma ütopyasıyla erişir.


SÜHÂ VE PERVÎN

“Hayal-Hakîkat ”

"Bulutlu bir semâ-yı nisân altında, sâkin ve muattar bir çam

ormanı...

Geniş, uzun bir yol ki döne döne; gûyâ araya araya mâî, durgun

denizin leb-i reyyân-ı bî-pâyânmı buluyor. Korunun biraz kuytu,

biraz karanlık her noktası ya bir fîkr-i mütecessise melce-i

tefekkür, ya iki rûh-ı mütehassire mev'id-i telâki... Herkes, her

taraf, her şey sâkit... Kadın erkek bazen bir iki birkaç vücut ağır

ağır yoldan geçerek ağaçlıkda kayboluyor... Sühâ ile Pervîn yola

en yakın bir gölgelikte, biribirinin âgûş-ı iştiyâkmda...

"SÜHÂ

"Müstağrak, esirî bir tabiat...

A çık san uzun, târmâr saçlarının

dağılıp örttüğü beyaz alnında daim î

bir çîn -i in fi’âl ile, ağlar gib i bakan

m âî gözlerini dalların arasından

karlı bir şahika gib i görünen bulut

parçasına dikmiş... Devâm ile :"

-Uzak değil, şu küçük zirve-i sefilde kadar;

Şu parlayan tepecik yok mu?... Ah, bir sarsar,

Anîf sadme-i gülânesiyle bir kuvvet,

Dururken öyle, habersizce, sanki bî-hareket

alıp götürse bizi...

PERVÎN

"Esmer ve nermin câzibe-i hüsniyle meyyâl-i huzûz

bir vücût.. Parlak, mütebessim enzâr-ı

tehekkümünü âşıkmın solgun çehresine

serperek:"

-Şâ'irâne hulyâmz;

Fakat niçin ? Bu ma'îşet fena mı?...

SÜHÂ

- Hqş; yalmz

Bütün bu toprağa mensûb olanlarm hali!

Ben isterim ki garâmım açınca şeh-bâli

Nihayet olmasın artık fezâ-yı nüzhetime;

Ben isterim ki semavî olan muhabbetime

Semâ kadar açık olsun hudûd-ı zevk ü emel;

Sizin şu elleriniz kıymetinde bir çift el;

"Parmaklarının ucunu tutup öper. ”

Bu eller işte... Bu nâzik, bu penbe elleriniz

Hayal ü rûhuma açsın derin, nihâyetsiz

Bir âsmân-ı müzehheb, bir âsmân-ı huzûz.

"Sokularak"

Vücûdunuzdan uçan nûr içinde ben mahfuz,

Bütün şu âleme gülmek... Şeb-i ta'ayyüşde,

Şeb-i siyâh-ı ta'ayyüşde muztarib...

PERVÎN

"Mütegâfıl"

-Müjde!

Bulutlar ayrılıyor... Of, neydi kaç gündür

Güneş görünmedi hiç.

SÜHÂ

"Dudaklarında nezaketli bir tebessüm

resmetmeye çalışarak:"

-Emredin, çıkar görünür!

"Sonra ciddî"

Ne söylüyordum? Evet, pîş-i nâzınızda sizin

Şu hây u hûy-ı hayâtı, ba'îd bir denizin

Telâtumundaki mübhem sürûda benzeterek,

Onunla şöyle uzaktan, güzelce eğlenmek...

Bu en büyük emelimdir;

"Daha ziyâde takarrüble"

Bu en büyük emelim

Bu gün siz olmasanız bir hayâl olur, güzelim!

PERVÎN

"Sühâ'nın titreyen ellerini ca'lîbir

şefkatle sıkar. “

-Çocuk!...

SÜHÂ

-Çocuk muyum?

"Mes’ûtve meshûr “

Âh işte güldünüz; gülünüz!

Bu gün hayâtımı tecdîd eden tenezzülünüz

İle'l-ebed beni tıflâne şâdkâm edecek

Bir iltifât-ı kaderdir...

PERVÎN

-Çocuksunuz gerçek!

"Karşılarında son şu'â-ı şems ile

Tenevvür başlayan sehâbeleri işaret

eder."

Bakın, şu penbe bulutlarda bir edâ-yı visâl:

"Yeter çocukluğa rağbet!" diyor, hevâ-yı visâl

Sıcak deniz gibi etrafımızda çalkanıyor,

İçim tabî'atı gördükçe böyle kıskanıyor...

Niçin sevişmiyoruz?

SÜHÂ

"Müte'accib ve müteheyyic "

-Biz sevişmiyorsak eğer

Kalır gözümde sevişmek ile'l-ebed münker!

Sevişmemekse bu, sevmekten ihtirâz edelim;

O çünkü pek hatar-engîz, o çünkü pek mü'lim

Bir ihtisâs olacak; ben tahammül eyleyemem.

"Tevakkuftan sonra "

Fakat niçin bu şikâyet, bu gizli gizli sitem?

Sevişmemek... Bana izah edin şu nükteyi siz;

Sevişmemek... Müteneffirmi ya'ni?

PERVÎN

-Yok, hissiz;

Biraz harâreti eksik bahâr-ı aşkımızın.

Bizim muhabbetimiz bir çocuk ki hep dalgın;

Değil mi?

"Gözlerim kırparak, bütün

kadınlığıyla "

Hep müte'ennî... Biraz acûl olsa!

SÜHÂ

"Nazarıyla gökte küçük bir bulutun

aheste cevelânını takip eder."

-Şu nazlı tıfl-ı semâvî kadar melûl olsa...

Melâli çehre-i eşyâya pek yaraştırırım.

Menâzırımda hazin bir hayâl araştırırım.

Denir ki hüzn ile rûhumda bir karâbet var;

"Mütefelsif'

Pek âşikâre, bu bir hastalık; fakat ne zarar!

Hayatı bence te'essürdür eyleyen isbât,

Ta'ayyün eyleyemez nevm içinde reng-i hayât.

"Birden tahayyülle "

Fakat, bilir misiniz? Ben hakîkaten mübrim

Bir ihtiyâc-ı te'essürle dâ'imâ severim;

Emellerimde soluk bir hazan tezehhür eder.

Ne isterim mesela: Bî-hudûd bir meşcer,

Fakat ağaçları hep ser-şikeste, hep üryân;

İçinde bir derecik, bir şelâle-i giryân;

Yosunlarında, uçan kuşlarında, her şeyde

Takattur etmeli âvâre, mest ü lerzende

Bir ibtikâ-yı hazanîsi aşk-ı sehhârın...

"Mağlûb-ı hayâl... Yavaş yavaş kendinden

uzaklaşan mâ'şûkasına

doğru tehâlükle: "

Sizinle ben o mükedder, o solgun eşcârm

Adım adım uzanan ra'şe-i zılâlinde

Birer hayâlet-i püşîde-çehre hâlinde

Gezip dolaşmalıyız; nâgehân bu esnâda

Güneş gurûb ederek, ta uzakta, tenhâda

Fısıldaşan iki serv-i siyâha son leme'ât

Sükûn içinde verirken bir isfırâr-ı memat

 

Yavaş yavaş azalan tab-ı tal'atıyla kamer

Çıkıp görünmeli bir hasta kız kadar muğber.

Semâ dalar o zamân bir perili rüyâya,

Serer zemîne ağaçlar sedefli bir sâye;

Ufukta na'ir ü nâ'im sitâreler görünür,

Leb-i tabî'ate bir bûse-i hafî sürünür;

Vücûda öyle rehâvet gelir ki yerde bile

Yürür kıyâs olunur bir kanat temâsiyle.

Bu sâye-zâr-ı serâ'irde böyle yapyalnız

Yürür, yürür, yürüyorken habersiz ayrılırız.

PERVÎN

"İpek örtüsünün saçaklarıyla

meşgul parmaklarını çıtlatarak:"

-O ayrılış da niçin sanki... Cebreden var mı?

"Bir dalın üzerinde bir çift kumru

gösterir. "

Bakın şu kuşlara, ayrılmak istiyorlar mı?

Bütün cihan kavuşurken...

"Bundan sonra Pervîn lıep, Süha ’yı

bırakarak yoldan geçenlerle iştigal eder;

bakanlara güler; birçokları' karşısında

dolaşmaya

SÜHÂ

-Evet, biz aynlırız;

Ve hep cihândan uzak, ayrı, bir zamân kalırız.

Bu iftirâkı, bunun telhî-i lezizini siz

Tahayyül etmeye bilmem ki muktedir misiniz?

"Tarif eder:"

Uzakta birbirimizden, uzakta her şeyden,

Uzakta benliğimizden de... Ah, rûhun ben.

Bu inceliklerinin karşısında gaşyolurum;

Bu incelikleri teşrih eder, neler bulurum.

Sizin de böyledir elbet hayâl-i sevdânız,

Değil mi, sevgili?

PERVÎN

“Soğuk"

-Pek şâ'irânehulyânız!

SÜHÂ

Samîmî bir itiraf ile

-Evet, hakikati hulyâya hep fedâ ederim,

Zamân olur ki vücûdumdan ayrılır, giderim...

Bu hastalık beni bir tıfl iken tutup ezdi,

Zamân olurdu ki fikrim tahammül etmezdi

Fakat ne olsa budur en safâlı eğlencem;

Geçer bütün bütün esrâr önünde ba'zı gecem...

Deminki levhâyı siz şimdi bir hayâl ediniz:

Bütün o vahşet-i giryân içinde biz, ikimiz

Uzaklaşıp gidiyorken, yosunlu bir kabrin

Başında birleş erek, - Âh o kabr, o kabr-i hazin;

Benim bekâret-i rûhumdur onda nâ'im olan!

-O nâ'im-i ebedînin sükûn-ı hâbından

Bir ihtizâr-ı nihânî duyar, teheyyüc eder,

Ve ağlarız... Bu coşan girye-i huzûr-aver,

Benim'çin işte budur aşka en güzel timsâl,

Gözümde bundan ibarettir işte aşk ü visâl!

Sizin de öyledir elbet hayâl-i sevdânız,

Değil mi, rûhum?

PERVÎN

"Erkek kadın, şevk-engîz terennümleriyle

yaklaşan birkaç yabancıya meclûb ve muhter

gülümser; sonra Sühâ'ya dönerek, dâima bar ve

mütehekkim:"

-Evet, şâ'irâne hulyânız;

Fakat ne çâre ki ben şimdi şi're muğberim...

GELENLER

" M e s t ü m ü n h e m i k . . . B i r a g û ş - i

t e l â k i g i b i a ç ı l ı p h a l k a l a n a r a k,

P e r v î n ' e : "

-Güzel çocuk, bize gelmez misin?

PERVÎN

" İ s t i ' c â l e d e r . . . V e c â m i d b i r k ü t l e - i

t a h a y y ü r h â l i n d e b a k a k a l a n S ü h â ' y ı b î - g â n e

b i r n a z a r ı a l t ı n d a e z e r e k k o ş a r .

" Şitâb ederim!

 

  

Uzunca bir anlatı hatta mesnevi görünümüyle karşımıza çıkan Süha ve Pervin; tıpkı Leyla ile Mecnun, Ferhad ile Şirin gibi hikayelere benzer. Onlarda beşerî ve ilahi aşkın çatışması işlenir ve kazanan ilahi aşk olur. Bu şiirde ise, hayal ve hakikatin çatışması işlenir ve kazanan hakikat olur. Oysa Tevfik Fikret, hayalcidir. Fakat hayale daima hakikatin tokadı çarpar ve bu hal bütün bir döneme nüfuz etmiştir. Şiir, muhteva olarak; hasbihal eden iki sevgilinin sohbet uzadıkça birbirlerinden çok farklı olduklarını ve sonunda sevgili bile olmadıklarını anlamaları neticesinde ayrılmalarını konu edinir. Süha; ruh ve göksel değerleri temsil ederken Pervin; vücudu ve yere ait olan değerleri temsil eder. Süha gözünü ‘zirve-i sefide’ diker ve oraya götürülmeyi arzu eder, aslında bedensel ilişkilerden kaçmayı istemektedir. Pervin ise, dünyanın maddi ilişkilerini temsil eden ‘meyyal-i hüzuz bir vücud’tur. Birliktelikleri zorlamadır. Süha, göğe aittir ama ne yazık ki vücuduyla yere bağlanmıştır, İkaros gibi göklere kaçmak istemektedir. Pervin, onu şairane ve çocukça olmakla suçlar. Bu, Süha tarafından hoş bir şey olarak algılanır. Bu durum, sevgililer arasında ciddi bir problem olup ilişkiyi ölüme götürmektedir. Yer ile göğün, hayal ile hakikatin arasında kalan şair, göğe ulaşmayı diler fakat bu arzusu eylemsizlikle kalır. Ütopyadan öteye geçemez. Servet-i Fünun kuşağının, gerçekten yahut dünyadan kaçma arzularını bu şiirinde şairane bir dille ve imgeler yardımı ile işleyen Tevfik Fikret; uçmak isteyenin kanatsızlığını fark ediş anının trajikliğini gösterir.


AŞÎYÂN-I DÎL

Bir i'tinâ-yı aşk ile, bir zevk-i şi'r ile

Yaptımdı kendi kendime bir lâne-i huzûr;

Ezhâr-ı hatırât ile -pür-şemme-i visâlAmâl-i zindegî, o müzehheb tuyûr-ı nûr,

Etmişti hep o iânede teşkîl-i âile.

Ba'zan sürûd-i bûse kadar tatlı bir sadâ,

-Bir şâ'irâne zemzeme-i sâf-ı selsebîlTekrîr ederdi sem'-i hayâlimde bî-mesîl

Bir aks-i cân-rübâ;

Ba’zen zılâl içinde, sükût-ı şebâneden;

Bir ıttırâd-ı teneffüs, ki, dem-be-dem

thsâs eder gönüllere bir ra'şe-i adem,

Zâhirdi lâneden

Ben âşık-ı sükûnu idim âşiyânımm

Ekser bu hâl-i samtma eylerdim intizâr;

Bir gün o kuşlar uçtu, o ezhârı eyledi

Bir dest-i nâzenîndeki yelpaze târumâr...

Artık sükûnu yok dil-i sevdâ-nişânımın!


Bir ‘gönül yuvası’ kuran şair, yine aynı sessizlikle, sakinlikle ve birçok şeyden uzak olmanın verdiği zevk-i şiir ile inşa eder dünyasını. Onun yuvasında her yan aşk ile doludur, huzur bütün aileyi sarmıştır. Muhayyel mekânı hayal vasıtasıyla kurar. Ütopyasını her defasında bu şekilde oluşturur. O, böylece yaşayıp gitmek isterken ne yazık ki, korkuları onu rahat bırakmaz; aniden kuşlar uçar, çiçek solar… Hayalleri yerle bir olur, sevdasından eser kalmaz.


 

BİR ÂN-I HUZUR

Seyreyliyorum çeşm-i hayâlimle uzaktan

Bir külbe-i mes'ûd;

Üstündeki fersûde, herem-dîde ocaktan

Yükselmede bir ince duman, mâ'il ü memdûd.

Safî, lekesiz karların altında cevânib

Mahfüf-ı sükûnet;

Bir köy bu sükûnetle ezilmiş gibi ga'ib,

Her yer bu sükûnetle hem-ârâmiş-i cennet...

Ben sürmedeyim şimdi hayâlimle bu köyde

Bir köylü hayâtı;

Karşımda ocaktan süzülen dûd-ı serîde

Kalb olmada hep leyl-i hayâtın zulemâtı.


Bir köy hayatı tasavvur eden Fikret, ocaktan tüten duman ve dışarda kar eşliğinde sessizliğin büyüsüyle anlatır hayalini. O, şiirlerinde küçük harflerle ve sade hayallerle, göze, kulağa, hislere hitap eden unsurlarla kurar şiirini. İçinde mütevazı hayatlar ve küçük saadetler vardır.

 

 

NE İSTERİM?

Maî bir göl, yanında bir meşcer;

Meşcerin sîne-i sükûnunda

Münteşir iltima-ı sâf-ı kamer;

Sonra birçok menâzır-ı hoş-ter,

Hilkatin subh-ı pür-füsûnunda

Hâke revnak veren güzellikler:

O perilerle koklaşan ezhâr,

O çemenlerde oynaşan ervâh,

O mülevven sürûd-ı şûh-ı bahâr,

O mu'attar müşafehât-ı riyâh...

Bunların ortasında bir lâne,

Bî-hazer bir hayât-ı mürgâne.

Mütecerrid bütün âlâyıktan;

Müteba'id bütün hakâyıktan;

Öyle bî-gâye, bî-seher, bî-hâb,

Da'imâ aynı iltizâz-ı şebâb;

Hep o âsûde-rûh sa'atler.

O ser-âzâde mahremiyyetler;

Hepsinin zirvesinde bir küme dûd,

Sonra bitmez bir âsümân-ı kebûd...

 

    

1898’de yazılan bu şiirde Tevfik Fikret, özlediği hayatı şu şekilde hayal eder: Mai bir göl yanında bir ağaçlık, ağaçlığın suskun sinesinde ayın saf parlaklığı… Çemenlerle oynaşan ruhlar, şuh bahar rüzgarının renkli şarkısı ve kokulu fısıltıları, perilerle oynaşan çiçekler… Sonra, bütün bunların ortasında bir yuva ve o yuvada kuşlara özgü bir yaşam. Yani korkusuzca… Bütün ilgilerin, gerçeklerin uzağında bir yaşam. Amaçsız, sabahsız ruhu dinlendiren anlar, gençliğin tatları etrafında bir küme bulut ve uçsuz bucaksız gökyüzünün altında bir yaşam. Tevfik’in bu hayalinin kurulduğu muhitin doğada geçmesi onun tabiata olan düşkünlüğünü gösterir. Bir yandan herkesten her şeyden uzak olmak, kaçıp gitmek, kuşlar kadar hür olmak, hiçbir unsuru tanımamak ve takmamak onun karakterindeki kaçış arzusunu bu hayal etrafında toplar. En büyük ütopyası böyle bir mekânda yaşayıp gitmektir. Zaten kendini ‘Aşiyan’da böyle bir inzivaya çeker ve bu şiir adeta onun gölgesidir. 



SONUÇ

  

Toplumun sıkıntılarını diğer bireylere nazaran daha farklı olarak duyumsayan şairler, dönemin huzursuzluğundan oldukça etkilenirler. İşi söz söyleme olan bu insanların tek kaçış noktaları edebi dünyaları, kalemleridir. İşte bu bağlamda, Edebiyat-ı Cedide topluluğu şairlerinin denk geldiği kasvetli yılların eserlerinde kaçış, huzursuzluk, içine kapanma ve kötümser hava şeklinde tasavvur ettiğini görüyoruz. Tevfik Fikret’in mizacında var olan karamsarlık ve kaçış, eserlerini adeta ele geçirmiştir. Onun tek arzusu, her şeyden ve herkesten uzakta, doğanın sakinliğinde yeni bir yaşam kurma arzusudur. O, tabiatla kucaklaşma ütopyasını kurar.




KAYNAKÇA


Nutku, Uluğ. ‘Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Ütopyaları’, sayı:187, Ocak 2010.

Tatar, Elanur. ‘Türk Romanında Ütopya’. Erzincan: Erzincan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 2013.

Balı, Filiz - Ufuk, Uğur. ‘Yazınsal Alanda Klasik Ütopyalar ve Türk Edebiyatında Ütopya’. Dede Korkut Dergisi, sayı:13, 2017.

Su, Süreyya. ‘Servet-i Fünun’un Hayalindeki Yeni Zelanda’. T24 (31 Mart 2019).

Saltık, Ekrem. ‘Bir İhtimal Daha Var O da Gitmek mi Dersin? \ 20. Yüzyılın Şafağında İstanbul’dan Kaçma Arzusu’. Edebiyat ve Tarih, Toplumsal Tarih. Haziran 2019.

Dağ, Necla. ‘Tevfik Fikret’in Şiirlerinde Kaçış ve Ütopik Özlemin İzleri’. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 11, Nisan 2015, s. 224-235 Tevfik Fikret Özel Sayısı.

Öztürk, Faruk. ‘Tevfik Fikret ve Ütopya’. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, s.11, ss.53-59, Nisan 2015.

Türkmenoğlu, Sevgül ‘Tevfik Fikret’in Şiirlerinde Ütopik İzlekler’. Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Bölümü, ss.3309-3315, 2018.

Kanter, Fatih. ‘Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’in Şiirlerinde Ütopya’. Journal of Turkish Studies, s.6/1, ss.963-972, 2011.

Ertaylan, İsmail Hikmet. ‘Türk Edebiyatı Tarihi I-IV’. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2011.

Okay, Orhan. ‘Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı’. Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014.

Korkmaz, Ramazan. ‘Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı’. Grafiker Yayınları, Ankara, 2018.

Kabaklı, Ahmet. ‘Türk Edebiyatı – III’. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002.

Kaplan, Mehmet. ‘Tevfik Fikret \ Devir – Şahsiyet – Eser’. Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015.

Fikret, Tevfik. ‘Rübab-ı Şikeste’ Dergâh Yayınları, İstanbul, 2017.

Uçman, Abdullah. ‘Tevfik Fikret’. TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/tevfik-fikret (31.12.2020).