Bir orman, kelebekler, arılar, oradan oraya zıplayan kediler ve ağaçlar...

Biz evrende yaşam belirtisi ararken gözlüğünü taktığı hâlde gözlük arayan insanlardan farksızdık. Gözümün önünde bir yaşam vardı, mesela su nereden akacağını biliyordu. Her ağaç kendi türünün ne kadar uzayacağını biliyordu. Kediler, köpek sesi çıkaramayacaklarının farkındaydı. Kuşlar ne zaman göç edeceklerinin bilincindeydi ve kelebekler ömürlerinin kısa olduğunu bildiği için verilen zamanın kıymetini anlamış gibi uçuyordu.

Uzaylıya gerek yoktu, başka yaşam belirtilerine gerek yoktu. Zarar verilmemesi gerektiği hâlde hor kullanılan ve kıymeti anlaşılmayan tabiat adında bir evren, kendisini bizlere sunmuştu.

Bunları fark ettiğimde çocuklar gibi koşmak, ağaçlara sarılmak, kedileri okşamak istedim.


Umberto Eco'nun “Cecü'nün Yer Cüceleri” adlı eserinde, dünyadaki insanların Cecü gezegenine uygarlık götürmeye gitmesi ve oradaki yer cücelerinin ormanların, denizlerin, hayvanların olduğu cennet gibi güzel gezegenlerinde mutlu olduklarını fakat asıl insanlığın uygarlığa ihtiyaç duyduğunu söylemeleri de tabiatın kendi başına bir uygarlık timsali olduğunu gösteriyor. Biz dünyadaki diğer varlıklardan tek akıl verilmiş olanlardık, belki bu sebeple doğayı küçümsedik.

Ağaç olmasaydı nefes alamayacağımızı, kedi olmasa her yerin fare olacağını, tavuk olmasa böceklerin çoğalacağını ve yaratanın bize sunduklarının biz bilmeden ne kadar fayda sağladığını bir fark etsek o zaman bize verilen nimeti korurduk. Aklı olmasa da içgüdüleriyle bizden daha mantıklı olan hayvanların, bizi yaşatan bitkilerin değerini anlamamız gerek. Bu dünyadan başka yaşam belirtileri olan gezegenlere kaçmayı hayallemek yerine bu gezegendeki yaşamı güzelleştirmemiz gerek.


Diyelim ki yeni bir gezegen keşfettik, onu da eskitmeyecek miyiz? Her seferinde yeniden yaşam mı arayacağız? Onu da koruyamazsak zaten yeniye ihtiyacımız yok, önemli olan elimizdekini koruyabilmek.