Eylül gecesinin yüzüme değen o serin soğukluğunu bir kez daha hissetmek için kendimi penceremin önünde buldum. O serinliği arzulamadan, kendimi pencere önüne savurmadan yatıp uyusaydım muhtemelen o kaldırımda uyumuş, kolu sakat olan kediyi de görmem mümkün olmazdı. 


Çok güzelsin dedim ona eylülü hissederken, çok güzelsin lakin yaralı. 


Gecenin karanlığı ile örtülen sokağıma, sokak lambaları loş bir görüntü yaratırdı. Bir sokak lambası olmasa ve karanlık olsa caddeler, o an orada kalmayıp kedinin güzelliğini düşünmesem ve vaktimi geçirmesem o pencere önünde, muhtemelen şarap içmiş bir perişan sarhoşu görmem ve size bu yazıları yazmam da mümkün olmazdı. 


Sen de şu an burada olmazdın. 


Eylül serinliği yeterdi. Gece ilerledikçe daha keskin vurunca rüzgârı ayrılmak üzereydim pencere önünden fakat bir kez daha daldı gözüm. Ve zihnimin kapılarını durduramadım.


Kaldırımda bir kolu kırık uyuyan kedinin umutlu oluşunun ihtimalini kendi zihnimde vererek “Ne umudu olabilir ki akşam bir çöp tenekesinden yemek bulmak ya da bir fare yakalamak dışında?” diye söylendim kendimce. “Sen ise sarhoş adam...” dedim, “Sen sadece bir şişe daha şarap isterdin ve yeniden başlayacağını bilsen yaşamaya, yine elinde o sigaran olur muydu, meçhul.” Fakat yüzündeki umudunu teslim ettiğini fark edince kendime sormadan yapamadım; “Umut etmek en tehlikeli histir.” demiş zanaat tanrısı. Oysa hayatı kendi elleriyle terk edenler umutsuz insanlar değil miydi?


Daha fazla eylülün gece ilerledikçe artan soğuk rüzgârını hissetmeden ve zihnimde tartışılan düşüncelerin bir türlü açığa vurmamasından yakınıp kapattım penceremi. 

Kimse teskin etmedi, dedim.

Bugün de ayaklanamam.