İnsanın ayakkabısından içeri geçebilecek kadar iri dikenlerin olduğu, çorak, kuruluğundan güneşi bile şaşırtacak hâldeki uzun yolun başındaydı. Sağ elinde kocaman bir kara tahta, sol elinde ise birkaç tebeşir. Ayaklarını sürüye sürüye ilerliyordu. Güneşin yakıcı sıcağı alnından akan terleri elindeki tahtaya doğru yöneltiyordu. Yolun başında olmasına rağmen çok yorulduğu için durdu. Pantolonu, ayakkabısı ve üstüne giydiği beyaz önlüğü dikenlerle kaplanmaya başlamıştı. Biraz üstünü toparladıktan sonra tebeşirlerini ve tahtasını sürüklemeye devam etti. Nereye gidiyordu? Artık nereye gittiğini kendisi de bilmiyordu. Elinde sıcaktan neredeyse erimeye başlayan tebeşirlerini sıka sıka, hırsla ilerliyordu. Hedefine varabilecek miydi ya da hedefinden artık emin miydi bilmeden ilerliyordu. Birden uzakta birini fark etti. Mavi kıyafeti ve beyaz dantelli yakasıyla küçük bir çocuk onu bekliyordu. Heyecanla ona doğru ilerlemeye başladı. Dikenlere ve yerde güneşten alev topuna dönmüş irili ufaklı taşlara aldırış etmeden eskimiş lastik ayakkabılarını hızla sürterek ilerliyordu. Sonunda o çocuğa kavuşmuştu. Çocuk sadece bakıyor, hiçbir tepki vermiyordu. Seslendi ama yanıt alamamıştı. Sonra tekrar çocuğa baktı. Anlam veremedi. Gözlerini ovuşturdu, elindeki tebeşirleri ve tahtayı yere bıraktı. Bu küçük çocuk kendisiydi. Onu baştan ayağa süzdü. Evet bu mavi önlüğü, ütülenmiş dantel yakası ve yamuk kesilmiş kahkülleri ile karşısında duran çocuk ta kendisiydi. Hâlâ anlayamamıştı. Daha fazla burada duramazdı. Daha gidecek çok yolu vardı. Bu yüzden ilerlemeye başladı. O ilerledikçe çocuk da geride kalıyor ve nokta nokta azalıyordu. Tebeşirlerden birisi kullanılmaz hâle gelmişti. Yere attı ve tahtayı sürüklemeye başladı. İlerledi, ilerledi, ilerledi. Arada durup soluklanıyor, alnından akan terleri eskimiş önlüğünün ucuyla siliyordu. Geri yoluna devam ettiği sırada karşıda birini gördü. Bu sefer daha genç birini görüyordu. Üstü başı düzgün, temiz suratlı bu delikanlı onu izliyordu. Az önceki heyecanı tekrar hissetti, adımlarını hızlandırdı ve ilerlemeye başladı. Yaklaştıkça kendisini gördüğünü hissediyordu. Daha da hızlandı ve delikanlının yanına geldi. Sesleniyordu ama yine cevap yoktu. Saçlarını artistçe havaya dikmiş, gömleğinin yarısını pantolonundan çıkarmış kravatı gevşek bu genç ona gülümsüyordu. Ama bu gülümsemede bir alaycılık vardı. Anlayamadı. Onu da baştan ayağa süzdü ama konuşamadı. Tam bu esnada sert bir rüzgar esti. Esen rüzgar güneşin yakıp kavurduğu kuru kumları yüzüne çarptı. Kafasını sağa sola salladı ve kumları yüzünden püskürttü. Gözlerini açtığında delikanlının artık yanında olmadığını ve yavaş yavaş gittiğini gördü. Anlayamadı. Daha çok yolu vardı ve gitmeliydi. Arkasına döndü ve yürümeye başladı. Elindeki tebeşirlerden biri daha kullanılmaz hâldeydi. Onu da yere attı. İlerlemeye devam ediyordu. Hava nefesini kesecek kadar sıcaktı. Bu kuru yolda tek başınaydı. Adım attıkça eskiyen ayakkabıları daha da kopup gidiyor, sıcak taşlar ve büyük dikenler ayaklarına batmaya başlıyordu. İlerlerken uzakta birini gördü. Ona bakarak gitmeye başladı. Bu sefer genç, dimdik ayakta, öfkeyle onu bekleyen genç bir adam vardı. Saçları kısa, gömleği toplu, kadife pantolonlu bu genç adam elindeki kağıdı sıkı sıkı tutuyordu. Yaklaştı, yaklaştıkça bu gencin aslında kendisi olduğunu anladı. Merakla ona yöneldi. Seslendi ama yine yanıt alamadı. “İnsan kendisiyle nasıl konuşamaz? İnsan kendini nasıl anlayamaz?” diye hayret ediyordu. Bu gencin sağ elinde birkaç tebeşir sol elinde ise ilkokul çocuklarının yazabileceği düzgünlükte yazılar vardı.
Tebeşirler pürüzsüz, kutusundan yeni çıkmış ve tertemizdi. Gencin elinde tuttuğu çocuk yazılarının olduğu kağıt da tıpkı tebeşirler gibi tertemizdi. Kendi üstüne baktı. Tebeşirleri sıcaktan erimiş, elinde olan kağıt birkaç özensiz hamleyle katlanıp cebine yerleştirilmişti. Sağ elindeki tahta da sürüklenmekten yer yer kırılmış, eskimiş ve kirlenmişti. Hemen gencin elindeki tebeşirlere uzandı. Ama genç büyük bir öfkeyle geri çekildi ve birden uzaklaşmaya başladı. Hâlâ anlamıyordu. Kendine neden bu kadar öfkeliydi? Düşünceli bir şekilde bekliyordu. Anlamsızca etrafına bakınmaya başladı. Yolun sonuna yaklaşmıştı. Elindeki son tebeşir de un ufak olup kuru toprağa karışmış, sağ elindeki tahta taşınmaktan yok olmaya başlamıştı. Geriye kalan gücüyle ilerlemeye devam etti. O yürüdükçe tahta parçalanmaya başlıyordu. Adım attıkça yok olmaya başlayan tahtanın son parçası da istemsizce yere düştü. Artık elinde ne tebeşiri ne de tahtası vardı. Gözünden gelen bir damla yaşla adımlarını hızlandırdı. Artık taşların ayağını yakmasını, dikenlerin üstüne başına batmasına aldırış etmiyordu. Hızla, öfkeyle yürüyordu. Karşıya baktığında inşaat hâlinde uzun bir bina görüyordu. Binanın etrafındaki nokta şeklindeki insanların yüzleri yaklaştıkça şekilleniyordu. Hızla ve öfkeyle yürüye yürüye binanın yanına geldi. Sol eline fırçasını, sağ eline boya kutusunu aldı. Binadan içeriye girdi. Merdivenlerden yukarı çıka çıka binanın en üst katına ulaştı. Elindekileri yere bırakıp pencereden dışarı bakmaya başladı. Uzakta çocukluğu, delikanlılığı ve gençliği onu izliyordu. Artık onlar da öfkeli değil, üzgündü. Çocukluğu ve delikanlılığı yere çökmüşken gençliği parçalanmış olan kara tahtayı bir araya getirmeye çalışıyordu. Pencereden buruk bir ümitle onu seyrederken içerden gelen emirle irkildi. Fırçasını ve boya kutusunu kapıp işe koyuldu. Kara tahta kendinden habersizce birleşse bile artık haberi olmayacaktı. Çünkü o; gençliğini, birkaç tebeşiri ve tahtayı bir arada tutmaya çalışarak harcamıştı. Gözlerinde bir sınıf dolusu masum suratın yansıması ve akan yaşları ile işine devam etti...