Birçok kişinin gözünde ben kimim? Aptal, yetersiz, çirkin, başarısız, bir boka yaramaz, tembel… Bunlardan hangisi benim? Kazıtılmış saçlarının uzamaya başladığını gösteren fotoğrafta henüz 4 yaşına bile basmamış gözleri parlayan ve annesiyle kafa kafaya verip gülümseyen o kız nerede?
İnsanı hayata bağlayan yegâne şeydir hayal kurması, en azından öyle derler. Fotoğraftaki o kızın hayali neydi peki? Gerçekten yapmak, olmak istediği kişi kimdi? Sırasıyla nereleri gezecek, nerelerde yaşayacaktı? Ona bu yolculuğunda eşlik edecek herhangi biri ya da birileri var mıydı? Nasıl görünecekti, annesi kadar güzel olabilecek miydi? Düştüğünde, gücü kalmadığında, her şeyin en kötüsünü hak ettiğini düşündüğü zamanlarda onu kaldıracak birileri var mıydı yoksa yine kabuğuna mı çekilecekti? Kaç kere ağladıktan sonra uyuyacaktı birkaç saatliğine de olsa bulunduğu yerden kaçmak için? Kaç kere, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kimle? Her şeyi hatırlıyorum. Biriktirdiğim ilk parayla kendime hangi Lalaloopsy’i aldığımı, Winnie The Pooh’lu hacıyatmazımın o gün nasıl da bir daha kalkmamak üzere yere serildiğini, gözümün önünde nasıl da bir bilgisayarın yere fırlatıldığını, yere düştüğünde çıkardığı sesi, herkesin hep çok güzel oluşunu ve onlardan birilerinin hoşlanabildiğini, büyüdükçe yaptığımız veya yapacağımız her hareketin nasıl da cinselleştirildiğini, nasıl da el ele tutuşmaktan sarılmaktan çekinir hâle geldiğimizi, bir kadın tarafından dünyaya getirilmiş birinin nasıl da bir başka kadının dünyaya getirdiği insanı öylece hayatından koparabildiğini, karşımızdaki bize ne kadar kötü davranırsa davransın büyüğümüz olduğu için susup sadece başımızı sallamamız gerektiğini, her yılbaşında okuduğum ve her seferinde ağladığım Kibritçi Kız’ın hikayesini hangi yıl kendime hediye olarak aldığımı, kimlerin bana bağırmasına ve beni hor görmesine izin verdiğimi, Minişler’imin adlarını, hiçbirine iyi bakamadım ve bu yüzden öldüler dediğim gözleri enfeksiyonlu su kaplumbağalarımın eve ilk gelişlerinde bana nasıl baktıklarını, adını Lulu koyduğum salyangozumun evime geldiği birkaç günün ardından ilk kez kabuğundan çıkıp ona verdiğim çileği nasıl da yediğini, abimin çıkardığı hile kodlarına bakıp San Andreas’ta hangi hileleri yaptığımı, kumlu boyama setlerinin içindeki kumların asla nasıl o bütün resme yetmediğini, acıktığım için kesmeye çalıştığım elmanın nasıl da işaret parmağımı kestiğini ve ardından anneme kanlı bıçağım orada tezgahın üzerinde dururken yalan söylediğimi, mutluluk üzerine yazdığım yazıyı sınıfın önünde okumaktan utandığım için söz alamadığımı fakat kimlerin teneffüste öğretmenle konuşup yazımı okumam için bana yardım ettiklerini, kantinlerde satılan bileklik şekerlerin ortasındaki büyük kalpli şekerin tadını, babamın eve getirdiği kolilerce çileği nasıl da bıkana kadar yemeye çalıştığımı, ilk şarkımı kaçıncı sınıfta kaç kişilik yazdığımı, ilk defa bir tabak dolusu makarnayı bitirip üstüne koca bir bardak dolusu Coca Cola’yı içtiğimde yine ilk defa neyi heceleyerek geğirdiğimi ve yıllarca bunu nasıl da havalı bulduğumu, çam ağaçlarının ne kadar sallanıp sallanmadığına bakarak nasıl da o günün fırtınalı olup olmayacağını tespit etmeye çalıştığımı, ilk ve son MP4’ümün markasını ve renginin ne olduğunu, içindeki hangi şarkıları daha 9 yaşında dinleyip dinleyip ağladığımı, zamanla yalanların nasıl ortaya çıktığını ve o gün nasıl da aileden biri değilmişçesine abimin beni salona almadığını… Hepsini hatırlıyorum. Her şey güzel başlar, önemli olan nasıl devam ettiği. Bu anne ve babamın gençlik fotoğraflarına bakarken söylediğim şeydi kendime. Her şey göründüğü gibi değilmiş. Sınavıma bir ay kala nasıl da salona girip koltuğa kendimi attığımı ve ağlarken abimin gelip okuduğu bölümü aslında istemediğini ama en mantıklısının bu olduğunu, bu yüzden onu seçtiğini dile getirdiğinde kendime söylediğim şey. Gerçekten ne düşündükleri, seni nasıl değerlendirecekleri bu kadar önemli mi? Her deneme sonrası bulunduğumuz kata asılan o listede kaçıncı at olduğumu, bahislerini bana yatırmalarına değip değmeyeceğimi günün sonunda hangi durumda olursam olayım beni sadece o kâğıtta yazan netlerime göre değerlendireceklerini fark ettiğim zaman kendime söylediğim şey. Neden? Nasıl ve ne zaman, hangi olayların beni şu anki hâlime dönüştürdüğünü ve bunun neden gerekli olduğunu düşündüğümde kendime söylediğim şey.
Derdim, hiçbir zaman kendimi başkalarıyla bir yarışın içine sokmak olmadı. Beynimi kullanabildiğim sürece de olmayacak. Sadece cevaplanması gereken hâlâ çok soru varmış gibi geliyor bazen. Bütün bu yazdığım ve yazmadığım hatırladığım şeyler, uzun bir süre daha benimle birlikte olacakmış gibi geliyor ve ben bunları değiştirmeye çalışmıyorum artık. Aslına bakarsanız uzun zaman önce bıraktım bunu.
Kendime hâlâ sorular soruyorum. Hâlâ çok kötü hissettiğim zamanlar oluyor, hâlâ kendimi acımasızca eleştirdiğim zamanlar oluyor. Hâlâ birilerinden bir şeyler beklediğim zamanlar oluyor ve o zamanların devamında onların ben olmadığı gerçeğini idrak etmem gerektiğini kendime hatırlatmam. Güçlü, başarılı, hırslı, çalışkan, zeki, güzel… Bunlardan hangisi beni anlatabilir bilmiyorum. Tek bildiğim, kendi oluşturduğum ve ardından ara sıra düştüğüm o bataklıktan beni yine kendimin kurtarabileceği. Tıpkı bugünkü gibi. Aksi hâlde şu an size bunları yazıyor olamazdım değil mi? O kız artık nerede bilmiyorum. Şu anki beni görürse ne diyeceğini de kestiremiyorum fakat sanırım yavaş yavaş da olsa anlamaya başlıyorum ve biliyorsun, sadece seni gururlandırmak için ölürdüm.
Eylül Sular
2022-01-29T11:20:44+03:00Zaman zaman bunu unutuyor olsak da tabii ki öyle. Günün sonunda, hayat bizim hayatımız :))
Mısra Ergök
2022-01-29T10:31:15+03:00Ne olduğunu bilen, ne yaşadığını bilen, kendinin ve isteklerinin farkında olan birini gördüm bu yazıda. Bence önemli olan da bu. Hayat senin hayatın, öyle değil mi? 🤍