Yine yazma ve şarap zamanı." ile başlamaya yüz tutmuş minik bir öyküsünü okudum Eroğlu'nun. Zülal'in aşk hikayesi. Yazarların, metinlerinde başkahramanlarının karşı cins olmasını etkileyici bulmuşumdur. Bunu ilkin Kumral Ada Mavi Tuna'da görmüştüm. Şimdi ise Mehmet Eroğlu'nda.

Bir akşam vakti, komşu kızı, bir tanıdığının kızı olan Melek'in yurt dışından dönüp o eve yerleşmesiyle başlayan kısa hikaye...

Yazar, arkadaşı Selim'e mektup yazıyor. Melek ise onun kızı.

Yine akşam bir gece aynaya bakıyor ve orada kendi benliğini nasıl girdaplarda kaybettiğini, o umarsız ve şekilsiz hazların beyhude oluşunu anlıyor.

Saçlarına dokunuyor. Dudaklarına, bacaklarına, gözlerine dokunuyor. Aynadaki kadın bu. Bir akşam vakti aşık oluyor Melek'e.

İnsan ne yazık ki unutan bir varlık Selim.

Varlığının en değerli anlarını, sırf acıların çerçevesinde yer alıyor diye unutmaya çalışmak ne hazin şey. Tanrı bundan korusun herkesi.

Evde iki yalnız kadın. Melek ve Zülal. Arkadaş değiller. Bir gün Melek ağlıyor odasında. Zülal şaşkın. Dost olmak istiyor onunla. Nitekim öyle. Melek artık Angie oluyor Zülal için. Aşkın kavurucu sıcağında bedenini buz kesiyor Zülal'in.

Saçını kısaltıyor. Bunu Angie istiyor. Artık farklı bir kadın Zülal. Kendini yeniden gördüğü, aynaya yeniden baktığı. Gerçek bir kadın artık. Erkek gibi oldum diyor içimden. Ama. Hayır.

Yazarların bir aşkı anlatırken bu denli oluşu, aşka olan kutsallık hissimi arttırıyor. Aşkın o büyülü her anı başka türlü anlatılamazdı. Aşkın her çeşidi acıtır, diyor Şair Doğan Gökay. Aşkın bir yolu vardır, her yaşta biraz gecikilen fakat her yolu acıtır.


Kadında güzel bir beden her zaman bir davettir.

İçinde adını koyamadığı bir tohum büyütürken Zülal, gecenin bir köründe kasıklarında hissettiği bir el ile uykusundan uyanıyor.

Sana bir sır Selim: Haz, ihanetin meyvesiyse derin ve tatlıdır.


Aşkların imkansız görünen hali hepimizi kendi boşluğuna çekiyor.

Bu minik öyküde ilgimi çeken elbette ki yazarın diliydi. Her ne kadar kurgu da önem taşısa, biçim bazen daha fazla çekiyor beni kendi içine.

Mehmet Eroğlu sürprizleri seven bir yaza kendi içinde. Zülal'i birkaç sayfa sonra öğrendim. Yoksa Barış Bıçakçı'nın Nihal hikayesi gibi zannedecektim bu öyküyü.

Aşkın ihanetmiş gibi hissettiren o haz dolu büyüsünü yadsımak mümkün değil.

En mühimi, bir çiçek gibi büyütmek onu, fesleğenler vadetmek. Önce görmek. Beslemek.

Sonrası kalır.