Bu dünyada görebileceği bütün kötülükleri, bütün iğrençlikleri görmüştü Nazlı. Bu dünyadan fazlasıyla nefret etmişti; bütün erkeklerden, bütün kadınlardan nefret etmişti. Artık bedeni, ruhu yok gibiydi. Hiçbir şey hissetmez olmuştu. Hiçbir duyguyu tadamaz olmuştu. Nefes alıyordu, yaşıyordu ama artık ruhu bu dünyada değildi. Onun için yaşamak diye bir şey yoktu. Her canlı, her canlının ruhu zaten ölümle doluydu. Nazlı'nın diğerlerinden tek farkı bedeninin, ruhunun öldüğünü kavramasıydı.


Herkesin ruhu, bedeni zaten ölüdür ama onlar duygularla, hislerle ayakta kalırlar. Ne acı bir şey; Nazlı ne duyguları yaşayabiliyor ne de hislerini sezebiliyordu. Nazlı biliyordu, onu bu hale getirenler utanmazlardı; kendisi bu halinden utanırken onu bu hale getirenler hayatlarına mutlu bir şekilde devam ediyorlardı. Kendilerini mutlu sananların eğer vicdanı varsa aslında mutlu olmadıklarını anlayabilirlerdi. Hoş, anlasalar ne olur; bir ruhu erkenden öldürmenin bir cezası, bir bedeli var mı?


Herkesten nefret ediyordu Nazlı; erkek görse midesi bulanır, kadın görse gözlerinin içine "Ne bakıyorsun öyle, yardım etsene bana." der gibi bakardı. Çok ama çok kötü şeyler yaşamıştı bu dünyada. Şimdi bu yaşadığı şeylere nasıl "kader" diyebilirdi ki? Nazlı'nın ruhu artık tamamen ölü bir ruhtu.